“Şeyhim” dedi. Sesi titremedi. “Ben ne aç bilirdim kendimi ne çıplak. Sırtım pek, alnım ak gezerdim. Öyle sanırmışım yani. Kısmetliyim sanırdım, hâlbuki ben alnıma kazınan en büyük nasibimle tanışmam için 30 yıldır dolanıp durmadaymışım.” Dizlerinin üstüne koyduğu ellerine şöyle bir bakıp geçti ve hafif başını kaldırır gibi oldu ve tekrar indirdi başını. Devam etti. “Şeyhim o buğday çorbasını içtiğim vakit doydu benim karnım, ben bunca yıl aç gezermişim bilmeden. Şu üstümdeki yamalı derviş hırkasını sırtıma geçirdiğim vakit ısındım ben. Kalbim gibi meğer bedenim de buz tutmadaymış. ” Gözleri doldu bir an konuşamayacak sandım fakat devam etti. “Şimdi sen bana git dersin, artık bu çorbada nasibin yok dersin. ” Şeyhim yine sustu. Sanki susma orucu tutar gibiydi. İşte dedim derviş bu kez ağlayacak, koca adam hüngür hüngür ağlayacak. Fakat derin bir nefes aldı ve bir kez daha “Şeyhim! ” dedi. Şeyhim daha o kelimesini bitirmezden evvel yavaşça kaldırdı elini havaya. Derviş sustu. Bu kez şeyhim başladı konuşmaya: “Gayrı konuşulacak ne vardır ha pirim, var git yoluna ee yolcu yolunda gerek. Allah yardımcın olsun, seni gözetsin. Niye hüzünlenirsin bu kadar git de bir daha gelme mi deriz. Ahmet Yesevi Efendim de yollamadı mı erenlerini dört bir bucağa. Dervişlik nedir ki bir post bir hırka… Uğurlar ola…” Şeyhim böyle deyince derviş gayrı başka bir söz söylemedi. Başka bir söze hacet de kalmadı zaten. Böylece şeyhimin hayır duasını alan Derviş Efendi...' devamı
Yorumlar
Yorum Gönder